TOHUM

Tohum, toprağın sînesinde çatlamış ve filiz vermiştir. Çok geçmeden bitkinin filizleri toprağın üzerinde görülür. Fide yükseldikçe işi zorlaşır. Çünkü onu yukarılara, güneşe, semâya çeken bir iradenin yanında, onu yere çeken bir yer çekimi de vardır. Ona boyun eğdirmeye çalışan rüzgârlar vardır. Hele bir de başak gibi taşıdığı kıymetli nesil emâneti sebebiyle dolgun bir başı varsa, onun için ayakta durmak ve ayakta kalmak iyice güçleşecektir. 











Köklerinden kopmadan, gövdesi üzerinde doğrulabilmek bir iradedir. Bu iradeyi kolaylaştıracak haricî desteklere ihtiyaç her zaman vardır. Tarlada binlerce kardeşiyle başaklar kol kola verirler. Böylece rüzgârlara daha iyi mukavemet ederler. Esnek bir dirençleri vardır. Rüzgâra boyun eğseler de eyvallah etmezler. Rüzgâr geçer gider, başak yine orada dimdik ayaktadır.

Fakat toplu hâldeki bu kıymetli başaklar da; tarla farelerinin, zararlı böceklerin hedef kitlesi olurlar. Topluluk; bir irade yardımı iken, bazen topluca bir hastalığa yakalanmak, bir belâya topluca dûçâr olmaya da götürür. Bu sebeple, ferde yine irade şarttır.

Daha nâzenin ve tek yetişen fidanlara da, değnek bağlarlar. Gövdesi yani ayakta durma iradesi sağlam hâle gelinceye kadar bir çubuk destek olur. Bu destek abartılırsa, ağaç bodur kalabilir.

Cenâb-ı Hak; Tevrat ve İncil’de de yer aldığını ifade buyurduğu insan ve bitki teşbîhini, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde tekrarlamıştır.

“Rasûlullah ve beraberindeki ashâbı... öyle bir ekin gibidir ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir...” (el-Feth, 29)

Bitkiler; büyümelerindeki yavaşlık ve mekâna bağlılıkları sebebiyle, diğer canlılardan ayrılırlar. Mekâna yani, kendilerini besleyen toprağa ve toprakta kök salan temellerine bağlılık, insanın da ihtiyacıdır. Bu toprak, dînî, millî, mânevî değerler zeminidir. Kökler; insan fıtratı, fıtrata uygun din ve dîne uygun hareket etmiş bir selef / ecdat / gelenektir.

Fakat tohum da, onun gıdalanacağı yağmur da, onu olgunlaştıracak güneş desteği de yukarıdan gelir.

İnsan gibi bitki de desteklerle yetişir. Eğitilir, yönlendirilir. “Ağaç yaşken eği(ti)lir.” Tabiattaki hudâyinâbit / kendiliğinden yetişmeler; genellikle, bütün mahlûkatı besleyen gıda zincirine hizmet ettiği için, insanın seçkin ihtiyaçlarına direkt ve bolca hitap etmez. İnsan ziraat ile, yani; ıslah, bakım, yetiştirme, koruma / kollama, gereğinde bizzat besleme yollarıyla gıdasını elde eder.

İnsan da kendiliğinden yetişmez. Aile, toplum, okul, esnaf içinde yetişir, şekillenir.

Ayakları üzerinde durmak da desteğe ihtiyaç duymaksızın, kişinin kendi şuuru ve idraki ile doğru bir şekilde yaşamasıdır.

Buna rağmen iradesizlik, insanın yaşadığı bir problemdir. Her türlü desteğe rağmen, yer çekimi ile gök çekimi arasındaki insan, zaman zaman yere kapaklanıyorsa buna iradesizlik diyoruz.

İrade, menşeini aldığı Arapçada istemek demektir. Murâd, murâd almak, mürîd hepsi istemek, sevmek, arzulamak mânâlarında birleşir. Demek ki iradesizlikte, istekleri ile fiilleri arasında bir istikamet ve tutarlılık oluşturamamak söz konusudur.

İRADESİZLİĞİ TETİKLEYEN HUSUSLAR:

1. Ertelemek. Yer ve gök çekimi arasında kalan insan, meselâ tembellik ile gayret arasında kaldığında;

“Biraz daha tembellik.” deyip, silkinmeyi erteledikçe kararsız ve iradesiz kalır. Bu, alışkanlık hâlini alınca, kişi kendisini iradesiz olarak kodlamaya başlar. Aslında bu da bir seçimdir:

2. İradesizlik iradesi! Aslında iradesizlik tersinden bir iradedir. Gayreti seçmemek, atâleti seçmektir. Cömertliği seçmemek, cimriliği seçmektir. Kulluğu seçmemek, isyanı seçmektir.

«İrâdesiz yaratıldım.» diyen nefis, dinle:
«İrâdesizliği seçtin, o hür irâdenle!» (Tâlî)

3. Kusurları önemsiz görmek. Buna da götüren;

4. Topluluğa uyma hissi. Dünyadaki imtihanlarda genellikle ortalamanın sınıfı geçmesi hedeflenir. Bu sebeple çoğu kez, hedeflenen öğretim ve eğitimi almamış, hak etmeyen kişiler de sınıf geçer, belge alır. Bunun çan eğrisi diye sistemleştirilmiş hâli, üniversitelerde bile geçerli hâle gelmiştir.

Fakat ilâhî imtihan, ortalamayı esas almaz. Bugün ülkemizdeki mü’minlerin çoğu sadece Cuma namazı kılıyor. Fakat bu tavır, beş vakit namazın farziyetini düşürmüyor.

Ne kāhir ekseriyet mûteber ne ortalama,
Hudâ’nın arzusudur tek geçerli uygulama,
Çan eğrisiyle geçilmez, bu imtihân elbet...
Minâre doğrusu ister, o muhteşem cennet... (Tâlî)

5. Kadercilik. Kader inancını yanlış yorumlamak.

Tohumun kendi iradesi var mıdır? Yoksa onu, güneş mi ısıttığı bahar şartlarıyla kendine doğru lütufkâr bir şekilde çekip götürmektedir?

İşte dindeki kader-irade meselesine güzel bir teşbih.

İrade aynı zamanda bir «kelâm» meselesi. Dünyada hidâyet ve âhirette kurtuluş insanın iradesinde midir, yoksa kaderinde mi? İç içe her ikisinde de...

Hortlayan Mûtezile, kaderi inkâr ediyor. Hattâ Ehl-i Sünnet kader inancını hâşâ câhiliyye ağzıyla bir tutuyor. Câhiliyye ehli şöyle diyordu:

“Allah isteseydi (kaderimizi böyle belirlemeseydi), biz ve babalarımız putlara tapmazdık!” (Bkz. en-Nahl, 35; ez-Zuhruf, 20)

Bu demagojidir. Demagoji bir hakikate istinad eder ve lâf ebeliği ile o gerçeği çarpıtarak kendine yontmaya çalışır. Buna imtihan istiâresiyle de cevap verebiliriz:

İki öğrenciye imtihan neticesi sorulur:

“–Öğretmen 40’la bıraktı!..”

“–70 aldım, geçtim!”

İşin hakikatini öğretmene soralım:

“–Geçmesi için çok uğraştım fakat kaldı.”

“–Birçok eksiğine rağmen, başarılı saydım.”

Yani kader inancı ile ilgili câhiliyye tavrı; kader gerçeğini, kendi tembelliğine, küfrüne, inadına mazeret yapmaktadır; yoksa kaderin kendisine inanmakta değil. Kul, kaderi bilmez. Bilmediği bir şeyi de bahane edemez. Ediyorsa çarpıtma yapıyordur. Çünkü o tembelliği, o inadı kırsa, Allah ona hidâyet nasip edecek ve kaderinin saâdet olduğunu o zaman görebilecektir. Kaderinin ne olduğunu bilmeksizin Hak kapısında samimiyetle dilenen kul, biiznillâh mağdur ve mazlum olmaz. Birçok hatasına rağmen, Hak onu başarılı sayar.

Dilenme kelimesini özellikle seçtik. Çünkü cehennem gibi bir neticeden kurtulmak ve cennet gibi bir saâdete erişmek için, bir kulun yaptıkları -ne kadar mükemmel olursa olsun- kesinlikle bir karşılık değildir, olamaz da. Çünkü hepsi ancak bir dilencinin, kerîm bir zâtın kapısında dilenmesi hükmündedir. Bir dilenci, dilenme fiilini, aldıklarının bir karşılığı, emeği olarak görebilir mi? Elbette ki hayır!

Bir öğrenci, koca bir dönemde kendisine verilen emeğin, öğretilenlerin, gayretlerin hepsinden imtihan vermez. Seçilmiş, 5-10 soruya hatırında kaldığı kadarıyla cevap verir. Yarıyı geçti, yahut ortalamayı tutturdu diye mezun olur. Çoğu kez öğretmenin kanaatiyle tamamlanmış şekilde geçer not alır.

İmtihan misalimizde, meseleye öğrenci ve öğretmen tarafından iki farklı bakış açısıyla bakıldığını ve iki farklı şekilde ifade edildiğini görmüştük.

Dünya imtihanında da bir kul zâviyesi bir de Rab zâviyesi vardır.

Celâl ve azamet sahibi Rab tarafından değerlendirdiğimizde, kulun bir şeyleri hak etmesi, bir başarıyı hâşâ söküp alması söz konusu değildir. Sırat’ı geçen, Hakk’ın lutfuyla geçecektir; kalan da kendi suçuyla, yani o lutfa mazhar olamayışı sebebiyle kahra düşecektir. Bu azametli ifade, bazı âyetlerde tezâhür eder:

“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allâh’ındır. O dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Âl-i İmrân, 129)

“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hattâ onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.” (el-A‘râf, 179)

Bu azamet ifade edilmezse, kul şımarabilir. Dünyada, âkıbetini hiç düşünmeden öğretmenlerine kafa tutan öğrenciler gibi, kul da küstahlaşabilir. Öğrenciye bilgiden ziyade, edep lâzımdır. Bu sebeple, haşyete, ittikāya, havf-ı Yezdân’a sevk edecek azametli ifadeler Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. Bunları;

“Kulda hiçbir irade yok, sadece Allâh’ın seçtikleri cennete gidiyor, öyleyse kulun çırpınması boşuna!” şeklinde yorumlamak yanlıştır. Hakk’ın azametli ifadelerinin bu şekilde anlaşılmaması için de, birçok âyet-i kerîmede de, mesele kul zâviyesinden ifadelendirilmiştir:

“Kim şu peşin dünya zevkini isterse, Biz de dilediğimiz kimse hakkında ve dilediğimiz miktarda, o dünya zevkini ona veririz. Ama sonra ona cehennemi mekân kılarız, o da yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya atılır.

Kim de âhireti ister ve ona lâyık bir biçimde mü’min olarak gayret gösterirse, işte bunların çalışmaları makbul olur.” (el-İsrâ, 18-19)

“Hiçbir kimse başkasının günah yükünü çekemez. İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Elbette son durak, Rabbinin huzûru olacaktır.” (en-Necm, 36-44)

Image

Bu üslûba bakarsanız, âhiretin sadece çalışmanın karşılığı olduğunu hissedersiniz. Kulun; «Şefaate, affa nâil olup kurtulurum.» düşüncesine kapılıp gevşememesi açısından da bu üslûba ihtiyaç vardır. Fakat bu üslûbu da kaderin var olmadığı mânâsına yorumlamak büyük bir hatadır.

Şu âyetler iki üslûba birden örnektir:

“İşte bu (Kur’ân), bir öğüttür, bir uyarıdır. Artık dileyen Rabbine varan yolu tutar.

Fakat Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek iyi bilir. Böylece dilediğini rahmetine alır. Zalimler için ise, gayet acı bir ceza hazırlamıştır.” (el-İnsân, 29-31)

O hâlde, yine çalışmak, yine yalvarmak şart. O’nun bizi dilemesi için de yalvarmak şart...

Dünyada bir hükümdarın «dilediği gibi» hükmettiğini duysak, aklımıza onun haksızlık yaptığı düşüncesi de gelebilir. Çünkü o hükümdar da bir insandır; dilekleri içerisine nefsinin, şeytanının, keyfinin emirleri karışır. Fakat Allah Teâlâ; her şeyi bilen, hikmet sahibi, yani hiçbir abes işi ve sözü olmayan, mutlak âdil, zerre kadar haksızlık yapmayan, bir de Rahmân, Rahîm, Gafûr, Halîm gibi cemâlî sıfatlara sahip bir Zâttır. O’nun «dilediği gibi» tasarrufu; azametini, kudretinin sonsuzluğunu, iradesinin sonsuz hürriyetini ifade etmekle beraber, asla zulüm ve keyfîlik anlamına gelmez.

Kader ve irade meselesi; Rabbimizin zamandan münezzehliği ve ilminin sonsuzluğu gibi aklımızı aşan hususlar taşıdığı için, aynı zamanda akıl için acziyet imtihanıdır. Bu acziyet de bizi, o kapıda teslîmiyete sevk eder. İki büklüm eder. Kibrimizi kırmamıza vesile olur.

“Sen Âlemlerin Rabbisin, ben ise âciz bir kulunum, aman yâ Rabbî!” dememizi sağlar.

Sözün özü;

Eğer gönlümüze îman tohumu düşmüş ve vahiy yağmurlarıyla yeşermişse, bize düşen amel boyutunda o filizi; fideye, fidana ve bir cennet ağacına dönüştürecek azim ve kararlılığı göstermektir. İrademizin kuvvetini; muhabbetimizin, arzumuzun, korkumuzun, ümidimizin kuvveti, fedâkârlığımızın, ısrarımızın, devamlılığımızın miktarı belirleyecektir.

Ne mutlu mürîd olabilenlere!

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

Yorumlar